•O çocuk yediği tokadın
ardından babasına duyduğu öfke hayatın zorluğunu görene kadar hiç
dinmedi.Babasını anlamaya çalışıyordu fakat nafile.Çocuklarımızın böyle
yetişmesine sebep bizler değilmiyiz.KADİR evin en ufak
çocuğuydu ondan büyük bir abisi ondanda büyük bir ablası vardır.Toplam üç
kardeştir.babası onu bir süre yanında tutar aklı başına gelmesi için mektebine
geri dönmesi o gurur duyduğu oğlu olması için yeniden bir hataydı oğluna tokat
atmak bir baba için bunu okuyan okuyucularım hemen hemen hepimiz
yaramazlığımızın cezasını çekmişizdir.kadirin cezası kendineydi halbuki.o
çınarın yükü hayal kırıklığı hiçbir zaman geçmicek.Kadiri çevresi
akrabası ahbap ve babasının dostları o yıllar tüm köyün bekarları
güneydoğunun işsizlik imtihanı sebebiyle kendilerini büyük şehirlere
adarlar.sonunda baba karaını verir ve oğluna sorar
çalışmak istiyorsan büyük şehire göndereceğim seni diyerekonu büyüklerin büyük şehri olan İSTANBUL a göndermeye karar
verir o anne perişan olurken oğlu gururu göz
bebeği karşısında eriyip giderken baba ;
dünden bugüne
6 Aralık 2018 Perşembe
HAYATIN KARŞILIĞI(=2=)
•Her şeyden habersiz
yaşarken okumanın değersiz ve boş umut olduğunu aklına yerleştirmişti peki
neydi onu bu hale getiren durum
gösterilen insiyatif kolaylık babasının onu
yerleştirdiği çalışma ortamı tamamiyle hatır üzerine inşaa
edilen dostluk.Evet okuyan çocuklarımıza yaptığımız en büyük kötülüktü hem
çocuğumuza hayatı öğren demek hemde onu
bu piskolojiyle kolay hayat zannederek halbuki bir ahbap samimiyetiyle insiyatiflik hayat bunu yaşayanlara
güzel gelebilir ve bu akılla hayatın,zorlukların üzerine kaba bir branda
örtmek;
•Çalıştığı ilk yaz eve
dönüşünde maalesef sadece 1 dönem dayanabilmişti mektebine.artık öyle bir hal almıştıki okumak bir şeyler
öğrenmek zor geliyordu.ve bir gün babasının karşısına çıkar o dağ o çınar ağacı
gölgesinden çıkmak ve kolay sandığı hayatın en zoruna atılmak ve dahada mutlu olabilmek için o
çınar o dağ bi an sessizleşir
gölgesinde serinlediği çınar bi an
yerini büyük bir sessizliğe bürünerek öylece kalakalır.O an çocuğu bir düşünce
kaplar neden babam yıkılmış bir vaziyette neden sessiz halbuki ona para
kazandıracaktım bu yüzden okutmuyomu beni diyerek içinden çocukta sessiz kalır dışından ve bir an çınarın sessizliği büyük bir
esintiye bırakır.Kalkar ve bir hışınla hiç el kaldırmadığı oğluna elini kaldırır ve büyük bir
hüzünle sen benim son umudundun diyerek vurur
HAYATIN KARŞILIĞI(=1=)
HAYATTA
HER SEVGİNİN BİR KARŞILIĞI OLMASI GEREK
Henüz yaşı 12 ydi kimine göre çok erken,kimine göre daha ufak,ve kimine göre ise geç.Bu hayat bu çocuğu esiri olması için gözüne kestirdiği milyonlarca çocuktan sadece bir tanesi idi.tanıştırim sizi adı KADİR.memleketin yüce ve koca dağların arasında ufak bir köyde gözlerini açtı bu dünyaya.okudu büyüdü artık çocuk oldu annesinin son göz ağrısı babasının gururu olmak için okudu fakat o zamanlar şartlarıyla ve babasının onu okutma umuduyla gece gündüz çalıştı taa ki oğlu bunların kıymetini bilmeyene kadar başarılıydı faakat farkında değildi.yazları başkasının yanında çalışarak günlüğü neredeyse bugünün iki somun ekmek parasıyla mutlu olurken henüz yaşamı bilmemekteydi
Sevgi
dediğimiz şey karşılıklı değilmidir?Halbuk
i onu beklerken ne çok
şey vermişiz sevgimize; birazdan okuyacağınız bu derin ve sevgi ninde
aşkında sadık olmanın sadakatin büyük yorgunluğunu anlatan iki kişinin hayatını
kaleme alarak sizlerle buluşturucam değerli okuyucular ve
dipnot olarak bu sözleri sizlerle paylaşmak isterim arkadaşlar bu sizlere
sunacağım ilk eser olarak tecrübe sahibi değilim bu konuda fakat hitap etmek
istediğim unsur var o da sevginin böyle olmaması tek taraflı olmamasıdır .Henüz yaşı 12 ydi kimine göre çok erken,kimine göre daha ufak,ve kimine göre ise geç.Bu hayat bu çocuğu esiri olması için gözüne kestirdiği milyonlarca çocuktan sadece bir tanesi idi.tanıştırim sizi adı KADİR.memleketin yüce ve koca dağların arasında ufak bir köyde gözlerini açtı bu dünyaya.okudu büyüdü artık çocuk oldu annesinin son göz ağrısı babasının gururu olmak için okudu fakat o zamanlar şartlarıyla ve babasının onu okutma umuduyla gece gündüz çalıştı taa ki oğlu bunların kıymetini bilmeyene kadar başarılıydı faakat farkında değildi.yazları başkasının yanında çalışarak günlüğü neredeyse bugünün iki somun ekmek parasıyla mutlu olurken henüz yaşamı bilmemekteydi
ZOR HAYAT
Zor olan nedir? Hayat nedir? Hayat, bildiğimiz kadarıyla yaşanan şey. Bunun dışında bir tanımı üzerinde uzlaşılamamıştır. Hayat, hayatın içindekiler gibi bir tanıma sahip değildir. Ne olduğunu bilmiyoruz. Tarif etmek ise, işlevini bilmediğimiz bir nesneye isim vermek gibidir. Bir şeylere benzetiriz ancak ne olduğunu tam olarak bilemeyiz. Ancak benzetmekle yetiniriz. Hayata ilişkin tüm tanım ve ifadeler b
enzetmedir. En azından benzeterek anlama yaklaşmaya çabalarız. Hayatın anlamına ilişkin düşünceleri ancak bu konuda düşünen anlar. Çünkü bunlar dilin üzerinde uzlaştığı/toplumda yer alan ifadeler değildir. Hayatın içinde yer almayan şeyleri ise ancak benzetebiliriz. Tüm bunları söylemekteki amaç: hayatın ne olduğu bilinmiyorken onun içindeki herhangi bir konuyu tartışmanın komikliğini ifade etmek içindir. Bu durumda hayatın zorluğu, soru işaretine yöneltilen bir sıfattan ibarettir.
Kendimize ait kurallarımız var. Ülkeler, yasalar, devletler, gelenek ve görenekler var. Ama hala “kurt kanunu” geçerli. Hayatı zor ve acımasız yapan da budur. Modern çağlara kadar emin olun hayat zor ve acımasız olarak nitelendirilmiyordu. Çünkü eski zamanların koşullarına göre hayat acımasız değildi. Onu zorlaştıran bir şey yoktu. İlkel zamanlarda dahi “hayatın kolayı” bilinmediği için zor nitelendirilmesi yapılmıyordu. Ancak şimdiki zaman çok farklı. O kadar yasa, kural ve düzenleme varken hayat giderek acımasızlaşıyor. Hayat giderek zorlaşıyor. Bu zorluk ve acının tek nedeni modernleşme ve gelişimdir. İnsanlar arası fark artıyor ve küçük bir kesim çok iyi yaşayacak diye büyük kesim acı çekiyor. Dünya sürekli gelişiyor ama nüfusun yarısı açlık sınırında yaşıyor. Uzaya çıkıyoruz ama yakınlarımızı ziyarete bile gitmiyoruz. Şehirlerde binlerce kişinin yaşadığı apartmanlarda gittikçe yalnızlaşıyoruz. Güneş sisteminin dışını görüyoruz ama hemen yakınımızda yaşanan savaşları, açlığı, katliamı göremiyoruz.
Hayat zor ve acımasız değil. İnsanlar öyle. İnsanlar da hep öyle değildi. “Gelişmiş insanlar” öyle oldu. Acımasızlığı ve zorluğu yok etme, en azından acımasız olmama şansı varken bunu yapmayanlara “modern insan” denir. Daha önceleri hayatın merhametli olma durumu yoktu. İnsanlık hep birlikte böyle bir şans oluşturdu. Bu sefer de insanlar kendilerine yabancılaştılar. Ancak hep birlikte insan olduğumuzu, çevremizle var olduğumuzu unuttular. İnsanlık olarak önce kendimize yabancılaştık, sonra da doğadan koptuk. Şimdi milyonlarca insan hayat neden zor ve acımasız diye merak ediyor. Hayatı acımasızlaştıran bizleriz. “Biz” ve “ben” in ne olduğunu karıştıranlarız. Hep birlikte varız. Her işi “herkese yönelik” yapmalıyız. Ancak bu şekilde hayatı normalleştirebiliriz
enzetmedir. En azından benzeterek anlama yaklaşmaya çabalarız. Hayatın anlamına ilişkin düşünceleri ancak bu konuda düşünen anlar. Çünkü bunlar dilin üzerinde uzlaştığı/toplumda yer alan ifadeler değildir. Hayatın içinde yer almayan şeyleri ise ancak benzetebiliriz. Tüm bunları söylemekteki amaç: hayatın ne olduğu bilinmiyorken onun içindeki herhangi bir konuyu tartışmanın komikliğini ifade etmek içindir. Bu durumda hayatın zorluğu, soru işaretine yöneltilen bir sıfattan ibarettir.
Hayat neden zor? Neden acımasız? soruları hayatın ne olduğunu bilmeyenler için eğlencelik sorulardır. Hayat zor mudur? Hayatı tarif edemezken en azından cevaplaması zordur. Hayat, anlamını oluşturduğumuz bir boşluk ise hayat zor değildir. Hayat kolay da değildir. Biz ne yapıyorsak odur. Bizim yaptığımız bir şey de bakış açımıza sahiptir. Yani hayatı zorlaştırırsak zor olur. Kişiliğimizin yansımasını görürüz. Buradaki “ben” algısı birey- aile- toplum- insanlık olarak genelden özele belirleyici bir niteliğe sahiptir.
Hayatın acımasızlığı da başka bir merak konusudur. Yoldan geçene sorsanız hayatta aldığından fazlasını vermiştir. Herkes hayattan alacaklıdır. Herkes alacaklıysa borçlu kim? Hayat herkese acımasızsa bu özelliği nereden geliyor? Hayat diye kast ettiğimiz diğer insanlar olabilir mi? İnsanlar mı acımasız? Yine genelden özele gelen bir belirleyicilik vardır. Yani insanlık ortaya çıktığından beri oluşturduğu hayatlar ve sistemler zor ve acımasız hayatı oluşturur. İnsanlığa da kabahat bulmak zordur. Nihayetinde insanlığı da oluşturan trilyonlarca özgür atom ve sistem var. Neyse ki bireyin kısacık hayatında bunların belirleyiciliği azdır. Burada günlük hayatın acı ve zor tarafını nitelendireceğiz.
İnsanlar başlarda çok az nüfusa sahipti. Doğa acımasız ve zordu. Hayatta kalabilmek tesadüflere bağlıydı. Yemek peşinde dünyanın dört bir yanına dağıldık. Barınma, ısınma, güvenlik ihtiyaçlarından bahsetmek mümkün değil. Yalnızca açlıktan ölmemek için bugünün nimetleriyle dahi katlanılamayacak serüvenlere çıktık. Doğadan böyle gördük. Biz de acımasız olduk. Medeni insan dediğimiz, toplum halinde yaşayan ve dayanışan bireyler bu özelliği terk ettiler. Ya da öyle söylüyorlar. Yemek için geyik avlamak, öldürme güdüsüyle yaşamak zorunda değiliz. Yine de hala “öyleymiş” gibi yaşıyoruz. Yani doğanın kanunlarıyla.
Kendimize ait kurallarımız var. Ülkeler, yasalar, devletler, gelenek ve görenekler var. Ama hala “kurt kanunu” geçerli. Hayatı zor ve acımasız yapan da budur. Modern çağlara kadar emin olun hayat zor ve acımasız olarak nitelendirilmiyordu. Çünkü eski zamanların koşullarına göre hayat acımasız değildi. Onu zorlaştıran bir şey yoktu. İlkel zamanlarda dahi “hayatın kolayı” bilinmediği için zor nitelendirilmesi yapılmıyordu. Ancak şimdiki zaman çok farklı. O kadar yasa, kural ve düzenleme varken hayat giderek acımasızlaşıyor. Hayat giderek zorlaşıyor. Bu zorluk ve acının tek nedeni modernleşme ve gelişimdir. İnsanlar arası fark artıyor ve küçük bir kesim çok iyi yaşayacak diye büyük kesim acı çekiyor. Dünya sürekli gelişiyor ama nüfusun yarısı açlık sınırında yaşıyor. Uzaya çıkıyoruz ama yakınlarımızı ziyarete bile gitmiyoruz. Şehirlerde binlerce kişinin yaşadığı apartmanlarda gittikçe yalnızlaşıyoruz. Güneş sisteminin dışını görüyoruz ama hemen yakınımızda yaşanan savaşları, açlığı, katliamı göremiyoruz.
Hayat zor ve acımasız değil. İnsanlar öyle. İnsanlar da hep öyle değildi. “Gelişmiş insanlar” öyle oldu. Acımasızlığı ve zorluğu yok etme, en azından acımasız olmama şansı varken bunu yapmayanlara “modern insan” denir. Daha önceleri hayatın merhametli olma durumu yoktu. İnsanlık hep birlikte böyle bir şans oluşturdu. Bu sefer de insanlar kendilerine yabancılaştılar. Ancak hep birlikte insan olduğumuzu, çevremizle var olduğumuzu unuttular. İnsanlık olarak önce kendimize yabancılaştık, sonra da doğadan koptuk. Şimdi milyonlarca insan hayat neden zor ve acımasız diye merak ediyor. Hayatı acımasızlaştıran bizleriz. “Biz” ve “ben” in ne olduğunu karıştıranlarız. Hep birlikte varız. Her işi “herkese yönelik” yapmalıyız. Ancak bu şekilde hayatı normalleştirebilirizHAYAT İLE ÇALIŞMAK
“Çalışkanlığın abartılmış bir erdem olduğuna inanan Bertnard Russell, sıradan bir insanın çalışma süresinin büyük ölçüde azaltılması gerektiğini savundu. Paul Western’e göre, ‘aylaklık’ kavramı hak ettiği değeri görmüyordu.”
Bertnard Russell, 1932’de yayınlanan “Aylaklığa Övgü” adlı metninde çalışkanlığın abartılmış bir erdem olduğunu ve bireyin kendi ilgi alanlarına ayırdığı boş zamanın medeni yaşamın bir gerekliliği olduğunu savundu. Ayrıca, yaşadığı dönemde üretimde mekanikliğin öyle bir boyuta ulaştığına inanıyordu ki, ona göre topluma yararlı olmak için haftada yirmi saatten fazla çalışmak gereksizdi. İşsiz sayısı çok yüksek olmasına rağmen geriye kalan kesimin de aşırı çalıştırıldığını gördü. Günümüzde de geçmişe oranla çok daha verimli üretim kaynaklarına sahip olmamıza rağmen hala “aylaklığın” adil dağıtımından bir hayli uzaktayız.
Russell’a göre çalışmayı görev olarak görmek“köle ahlakı”nın (iktidar sahiplerinin, güçsüzleri kendi çıkarlarına göre yaşamaya ikna etmelerini sağlayan aracın) bir parçasıydı. Ve bu yöntem ‘efendilere’ özgürce geçirebilecekleri boş vakit sağlıyordu. Ancak Russell, başkalarının gayreti sayesinde elde edilen aylaklığın övgüye değer olmadığına inanıyordu. Ama tabii ki, iktidar sahiplerinin elde ettikleri boş zamanın ufak bir kısmı uygarlığın geliştirilmesine ayrılıyordu.“Tembellik, medeniyetin temelidir. Geçmişte az kişinin keyfi ya da tembelliği, çok sayıda insanın emekleriyle sağlanıyordu. Harcanan emeklerin değeri çalışmanın yüceliğinden değil; boş geçirilen zamanların güzelliğinden geliyordu. Oysa günümüzdeki modern teknikler sayesinde, boş zaman (tembellik) topluma zarar vermeden, adil bir şekilde dağıtılabilir.”
Birinci Dünya Savaşı süresince toplumun refah seviyesinin korunması Russell’a azaltılmış iş gücüyle de ne kadar çok üretim yapılabileceğini gösterdi. Barış zamanlarında ise, erdem kabul edilen çalışkanlık algısı toplumun yarısı aşırı çalıştırılırken diğer yarısının da işsiz olmasına sebep oluyordu. Öte yandan, herkes topluma bir miktar iş borçluydu ve günde dört saatlik çalışmayla hem toplumun ihtiyaçları karşılanmış olacaktı hem de herkes uygar yaşamın keyfini sürecekti.
Eğer insanların boş zamanlarında ne yapacaklarını bilmedikleri doğruysa, bu tamamen uygarlığımızın zorlamaları yüzündendir. Russell bunun çözümünü iki basamakta açıkladı. Öncelikle, zevk kavramının bizim iyiliğimiz için var olduğunu kabul etmeyi öğrenmemiz gerekir. Eğer çalışmak erdem ise, çalışmanın sonuçlarından keyif almak da dengeleyici bir erdem olmalı. İkinci olarak eğitime daha geniş alanda yer vermeliyiz çünkü insanlar ancak bu şekilde vakitlerini nasıl daha yapıcı biçimde kullanacaklarını keşfederler. Russell’ın kölelerin dansını canlandırmaya yönelik seçimi aristokratik, büyüklük taslayan bir tavır olarak görülse de, insanların eğlence vakitlerinde –toplumsal açıdan yararlı olanlar dâhil- daha aktif olacakları fikriyle de çelişmiyordu. İnsanlar yaşamlarıyla, yaratıcılıklarıyla neler yapabileceklerini gördükçe daha mutlu bir hayat sürmeye başlayacaklardı.
Yine de itiraf etmeliyiz ki, Russell’ın iş gücünün eşit dağılımına yaklaşımı, anlaşılmaz olmasının yanı sıra umutsuz bir Ütopya gibi görünüyor. Russell’a göre ütopyasının imkânı, tamamen “üretimin bilimsel organizasyonuna” bağlıydı ve bu her ne anlama geliyorsa tek gecede, birden ortaya çıkacak bir şey değildi. Russell’ın aylaklık için yazdığı övgünün üzerinden geçen 66 yılda kendi hayatımıza daha çok değer verir hale gelebildik mi peki? Elbette bu yönde bir takım adımlar atıldı. Artık çocuklarımız okulda daha çok kalıyor ve mesai günlerimiz de azaldı. Fakat bu yine de “mümkün olan en aza” indirildiği anlamına gelmiyor. Hala aşırı çalışanlarla, hiç çalışmayıp aylaklık yapanlar -söz konusu aylaklık kişilerin mecbur bırakıldıkları ve parasızlıktan dolayı keyfini çıkaramadıkları bir durum- arasında büyük bir kutuplaşma var. Yani Russell’ın tahmin ettiği temel eşitsizlik hala bizimle.
Ekonominin büyümesiyle iş gücüne duyulan ihtiyacın artacağına ve bunun da işsizliği azaltacağına dair bir inanç var. Herkesin aşırı çalışacağı bir toplum yapısının çekici olup olmadığı problemini bir köşeye bırakalım. O zaman asıl sormamız gereken şu ki; yapılması gereken daha çok iş olması daha çok insana ihtiyaç duyulduğu anlamına gelir mi? Teknoloji ilerledikçe iş gücü ihtiyacı daha çok otomatik yollarla karşılanır oldu. İnsan gücünün daha önemli olduğuna dair inanç ise yapay, servise yönelik iş alanları ortaya çıkardı. Bunların bazıları anlamsız, örneğin 7/24 açık mekânlar; bazıları ise evlerde hizmet işlerine bakmak gibi umutsuz işler. Eğer bu gereksiz çabalar, insanların verimli çalışmalarına karşılık biraz olsun eğlenceye vakit bırakıyor olsaydı, kayıptan ziyade büyük bir kazanç ortaya çıkardı. İnsanlar artık daha az iş yapmanın yollarını arıyor. Ben de o insanlardan biriyim. Haftada bir gün fazladan tatil yaparak kendime düşünmek ve yazmak için zaman yaratmış oluyorum. Ama bu hala ayrıcalıklı bir pozisyona sahip olmakla alakalı. Çünkü öte tarafta hala birçok kişi fazladan mesaiye kalarak ya da düşük ücretli yarı zamanlı işlerde çalışarak hayatlarını sürdürmeye çalışıyor.
1932’de hayal edilebilir olan adil zaman dilimi dağılımı artık bir hayalden çok daha fazlası olmalı. Fakat günümüzde hala uzun saatler boyunca çalışmanın kişiye bir nevi erdemlilik hissi kazandırdığına inananlar var. Biz o insanlara, çalışkanlığın erdemli olduğu inancının tamamen bir uydurmaca olduğunu hatırlatmaya devam edeceğiz. Bizler adil dağılımı sağlamaya mecburuz. Uzun saatler boyunca çalışmaya duyulan inatçı hayranlığın sona erdirilmesi gerekiyor ki bu hayranlık sistematik işsizliğin asıl sebeplerinden biri. Herkes bunu“ama dünyanın düzeni böyle” diyerek kabullenmiş durumda. Saçmalık. Haftada yirmi saatlik çalışma toplumun tüm ihtiyaçlarını karşılayacağı gibi bize de kendi gerçek yaşamımıza ayıracağımız vakitler yaratır.
ŞARTLAR VE KOŞULLAR
Ekonomi, hangi yaşta ve hangi statüde olursak olalım hepimizi bir şekilde ilgilendiren, farkında olmasak da çeşitli analizlere iten bir kavram. Özellikle ülkemizde Euro ve Dolar karşısında her geçen gün eriyen Türk Lirası, yaşamı gittikçe zorlaştırıyor ve geleceği daha da belirsiz bir hale getiriyor. Zorlaşan hayat şartları karşısında birçok insan kendine ek gelir modelleri yaratıyor ya da düşük ücetli işleri kabul ederek yasal sınırdan çok daha fazla sürelerde çalışmayı da kabul ediyor. Çalışma saatleri artsa da gelirde herhangi bir değişim olmuyor.
Verilere göre bir Avrupalı çalışanın haftalık ortalama çalışma süresi 40 saate bile ulaşmazken Türkiye’de çalışan biri Avrupalı çalışandan 8-19 saat fazla çalışıyor .Avrupa ükelerine kıyaslama yapmamız gerekirse daha yoğun şartlar ve zaman altında elde edeceğimiz gelir kaynağı artış göstermemekle beraber sabit kalıp hemen hemen hergün bir çok ihtiyaçlarımıza maddi zamlar bizim ve çocuklarımızın geleceğini maddi açıdan büyük sıkıntıya sokmaktadır. işveren pozisyonundaki insalar çalışan insanlara karşı elinde tuttuğu koz olarak bilinen mesai olarak çalışanlarımızı mecburiyete itmektedir genel olarak bakarsak denilecek şu ki verilen aylık ücretin yetersiz geldiğinden ötürü mesai ye kalabilmekteyiz ve bu biz çalışan ve çalışayan onlarca nsanı o kadar etkilemektedirki sosyal aktiviteden uzak ve çağımızı büyük bir derinliğe itmektedir. fakat ülke ekonomisinide düşünürsek bu gelir az geldiği sürece ihtiyaçlarımıza oranla eş değer görmekteyim avrupa ülkeleriyle kıyaslarsak .
5 Aralık 2018 Çarşamba
DÜNDEN BUGÜNE BUGÜNDEN YARINA
Kaydol:
Yorumlar (Atom)







